Sorgoi Prakov — Descent into Darkness (Adım adım karanlığa yürümek)
Buluntu film, yani found footage türü filmlerin, bir nevi sahte belgesel havasıyla izleyiciyi cezbettiğinden bahsederek başlayabileceğim bir yazıya, belki de en temel uyarıyı vererek başlayayım. Korku filmlerindeki rahatsız edici sahnelere katlanamıyorsanız Sorgoi Prakov size ziyadesiyle ağır gelebilir. Çünkü bu çok farklı bir boyut. Ne Evil Dead serisi gibi her yerin kanla boyandığı sahneler var, ne de Salo gibi sürekli mide bulandırıcı sekanslar izleyeceksiniz.
Bu filmin diğer örneklerden farklarını sıralamak gerekirse, diğer found footage filmlerdeki gibi insanların kaçıştığı sahnelerle dolu değil, tek karakter üzerine ilerleyen bir hikayede Borat’ın sıkıntılı (!) bir kuzeni kıvamındaki ana karakterin empati besleyeceğiniz bir zavallıdan, görmeye tahammül edemeyeceğiniz bir canavara dönüşümünü izliyorsunuz. Bu dönüşümü izlerken de film size bunu gayet rahatsız edici bir sükunet ile anlatıyor.
Filmin yönetmeni, ve başrol oyuncusu Rafaël Cherkaski, filmi 2003 yılında Beaux-Arts Paris’te bir öğrenci iken yazmaya başlıyor. Ressam, müzisyen ve performans sanatçısı olarak tanınan birisiyken, 10000 Euro gibi komik bir bütçeyle filmi çekiyor, film Cinemabrut festivalinde epey ses getirip, ufak bir izleyici kitlesi arasında kült filmler mertebesine erişiyor. Filmin orjinali ile Director’s Cut versiyonu arasında süre açısından çok fark yok gibi görünse de, filmi tamamen farklı okumanızı sağlayacak ipuçları eklenmiş.
Filmi özetlemek gerekirse, Sorgoi Prakov (Rafaël Cherkaski) Sdorvia isimli kurgu bir ülkeden, Avrupa’da çeşitli şehirleri belgesel halinde kaydetmek üzere görevlendirildiğini söyleyen genç bir gazeteci olarak karşımıza çıkar. Düşük bütçesi olduğu kullandığı ekipmandan ve tavırlarından bellidir elbette, ama filmin başında Sorgoi’nin Avrupa hakkındaki aşırı naif bakış açısı ve insanlarla temas anlarındaki çocuksu halleri aslında bize hissettirmeden iletilen ilk ipuçlarıdır.
Sorgoi’de bir şeyler yanlıştır. İlk defa gittiği yerlerde, henüz tanıştığı insanlarla bir anda kaynaşması, alkol ve madde kullanımı konusunda fütursuzluğu, absürt denecek kadar göze batan kamera sistemi ile gece kulüplerinden ev partilerine her yere giderken, müze, sinema vb gittiği yerlerin hiçbirinde çekim için izin almayı aklına getirmemiş olması gibi olgular, “bu adam gerçekten kameraman mı?” diye sormadan geçememenizi sağlar. Hatta bir partide ceketini kaybeder, kredi kartları da gitmiştir. Cebinde kalan az parayla devam edemeyeceği için prodüktörünü arar, fakat hiçbir dönüş yapılmaz. Sanki orada terk edilmiştir. Kredi kartlarını iptal etmek veya bankayla görüşmek gibi bir şeyi aklına bile getirmez.
Sorgoi’nin her gece “alemlere akma” huyu, çok geçmeden başına dert açılmasını da getirir. Bir gece yarısı sokakta saldırıya uğramasının ardından Sorgoi’nin garip bir yanını görmeye başlarız. Çünkü şirin ve naif karakterimiz çoğu kendi hatası olan tercihleri yüzünden ortada kalakalır. Kaldığı otelden çıkartılır, önce bir barakada kalmaya başlar, ve kısa bir süre sonra o barakadan da çıkar. İşin rahatsız edici yönü, Sorgoi sanki bunlar başına gelmemiş gibi alkol ve madde kullanımında çıtayı yükseltmektedir.
<spoiler> Filmin sonrası ise deliliğin dibinin sıyrıldığı, cinayetten yamyamlığa kadar uzanan bir süreçle bizi karşılar. <spoiler>
Filmi Director’s Cut versiyonunda izlemeyenlerin gözden kaçırdığı birkaç hususu burada eklememde fayda var, çünkü insanlar Sorgoi karakterinin bir kameramanın Paris’te delirmesi olarak okumuşlar. Lakin bazı önemli sahnelerde Sorgoi’nin tavırları ve söyledikleri onun aslında hastaneden kaçmış bir akıl hastası olduğunu anlatır. Şöyle ki;
<spoiler>
- Kamerasını birisi çalmaya kalktığında, sokakta şiddete maruz kaldığında polise gitmeyi sürekli reddeder. Aynı şekilde yaralı halinde bile hastaneye gitmek istemez. Pasaportuna el konulacağı veya yakalanacağından çekindiği barizdir.
- Kredi kartları çalındığında bağlı olduğu yapımcı şirketi aradığını ve email attığını söyler. Ama ona kimse cevap vermemektedir ve bundan bir süre şikayet eder, ama birkaç gün sonra hiç bu durumdan bahsetmez. Yapımcı şirket büyük ihtimalle kendi zihninde uydurduğu bir hikayeden ibarettir.
- Prodüksiyon şirketine bağlı bir kameramanın, filmin çekildiği yıllarda basit youtube videosu çekenlerin bile kullanmayı tercih etmediği el kameralarını kullanması da ilginçtir.
- En önemlisi ise, Sorgoi bir sahnede telefonda annesi ile konuşur. Annesi ise ona geri gelmesini, polisin onu aradığını söylemiştir. “Ona sadece bir kazaydı dedim”, “bir daha asla oraya dönmek istemiyorum” gibi sözleri de Sorgoi’nin bir akıl hastası olduğunu belirginleştiren olgulardır.
<spoiler>
Zaten Sorgoi’nin filmin ilk sahnesinden itibaren hissettirilen “fazla naif ve şapşal” tavrı ile, Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde belgesel çekimine gönderilecek bir kameraman olması pek de akla yatmamaktadır.
Filmin sahte belgesel havası oldukça etkileyici, oyunculuklar da bir o denli doğal. Film doğası gereği, çok fazla özel efekt ile süslenmeye ihtiyaç duymamış, ve en sert sahnelerde bile hikaye izleyicinin yorumuna açık halde bırakılmış. Filmde çekim kalitesi de Sorgoi’nin akıl sağlığının bozulması gibi, yavaş yavaş bozulmaya başlıyor. Bu da izlerken sizi daha gerçekçi bir travma ile karşı karşıya bırakmakta etken.
Bu film asla aileyle, eşle dostla keyifli bir sohbet sonrası izlenecek bir film değil. Korku filmlerine en alışkın bünyeyi bile etkileyebilecek kadar karanlık ve rahatsız edici bir film. Bunu da en ham, ve gerçek görüntülerle size sunuyor. Filmin de çok iyi olmasının asıl nedeni bu.